top of page

Böyle Bir Mektup Arkadaşı Gerek Herkese

Updated: Oct 21, 2021

Evet aynen böyle biri...dalgalandıkça daha da engin. İnsanın ömrüne ömür katacak, belki de tüm yaşamını başka, başka işte, bambaşka anlamlarla doldurmak için kalbine kuş yuvaları yapacak, içeriği hayli dolu yazışmalarda hayatı yeniden keşfedeceği, saçmalamak da buna dahil, olur olmaz şeylere gülüşmek de...her şeyden rahatlıkla konuşabileceği...


Azra Erhat'ın Balıkçı'sının coştuğunda söze başladığı yada bitirdiği gibi, 'Yahu' yaşamı paylaşırken daha anlamlı yollara sokabileceği, aşağı yukarı benzer şeylerden haz alırken, benzer şeylerden sebep üzünç duyabileceği biri.


Hani dağlarında ırmakları vardır insanın, biraz yaşam, biraz toplum sayısız bentlerle, sayısız nedenlerle, pek çok kolundan kesmiştir de önünü, o bentleri yıktırıp coşturacak, gökyüzünü daha mavi, denizleri daha berrak kılacak; öyle biri.


Bir parçasını da maviADA Dergisinden sonra buraya almak istedim...Halikarnas Balıkçısı'nın Azra Erhat'a yazdığı mektuplardan söz ediyorum. Aralarındaki o uyum, o caanım iletişim ciddi anlamda insanın yaşamında böyle birinin varlığına, karşı konulmaz bir arzu uyandırmasının yanında, sanırım beni en çok etkileyen yanı, yıllar yıllar önce yaşamış biriyle, üstelik hemcinsim olmayan biriyle düşünce yapım örtüşürken, mektupları yazdığı kadının kimlik yapısındaki kimi parçalarda kendimi görmem oldu. Yo yo bu öyle okuduğumuz eserlerin bir yerlerinde kendimize uygun bir şeyler bulma gibi değil, hayır öyle değil. Bu duyguda anlatamadığım bir şeyler, cennete benzer, aynı zamanda gözlerimi buğulandıran bir hal, bir yer...bu yüzden size bırakıyorum, eminim popülist olanına değil, gerçeğine, sevgiye prim verenler anlayacaklardır beni.


Hadi, sözü çok uzattım yine, yeter. Şimdi Balıkçı'mızın Azracık'ına yazdığı mektupların tomurcuklandığı sarışın bahçeye konuk olalım mı...


ree

''Kalıbımı masanın başında bıraktım; çekildim gitdim Denizli yolunda Lycus vadisine. İşte karlı «Mont Cadmus», ne insani dağdır o! Yanıma bakdım, şoför duruyor, eller volanda, gözler ağaran yolda, otomobil sarsıldıkça bonfileye benzeyen tombol yanakları titreyor. Yaşa bre Mustafa! Ebediyet ve ezeliyet sonsuzluğunun ortasında tesadüf bizi ‘contemporain’ insan yapmış, dengi dengine konuşması — hay yaşayasın — böyle olur işte. Olağanüstü hadise bu! Çünki o olmayabilir, ben de olmayabilirdim.


Arkama bakıyorum. Buyur Monsieur Fellot’yu. Sesi şimdi davudiye, şimdi de boğazımı sıkmışlar sanki, teze çıkıyor. Tarta- rin de Tarascon avladığı aslanları sayacak, o da Fransa’da arkadaşları Monsieur Pichon ve komşusu Madame Marie Crossmaire’e: «Voilà, madame ce roc fameux que j ’ai photographié pendant mes pérégrinations dans la haute Asie Mineure», (İşte, madam, Küçük Asya’daki gezilerim sırasında fotoğrafını çektiğim şu meşhur kaya), diye resimleri gösterecek. Dünyada hiçbir şey yapmadımsa, bütün bu kaya ve taşların resimlerini aldım a! diye düşünerek içinde insani bir rahatlık duyacak. O da hoş insan yahu.


Arkama bakıyorum, köşede, la personne oturuyor. Sıcakdan alnı hafif nemlenmiş yüzünde az buçuk bir yorgunluk eseri var, fakat değil. Şekli, her ne kadar bir zaiflik inceliği tesirini veriyorsa da, kudretli bir iç yapısı var. Kendisi yüreğinin trik paf yaptığını söyler. Laf! Disiplinli uğraşmayla kendi özlediği gibi sivriltmiş, ve dünyaya — yaradılışı itibariyle — kendisinden istemeğe hakkı olan her şeyi vermiş. Başı başının ve karnı karnının bulunması icab etdiği yerde. Baş yerinde olunca, önde giden lokomotif gibi gövdenin bütün azalarını, bu arada da yüreği çeker götürür. La personne’un orada varlığından esiri ve hoş bir rayiha çıkıyor. Gözlerinde de insani bir sempati var. Ne yapalım? Parayı veren düdüğü çalar. Bizim «la personne»la yan yana gideceğimize, biz önde «le guide» diye gidiyoruz.


Bazı hoşa giden müzikler vardır — ben de kulaklarım beylik laflara tamamen sağır — iç ve can kulağıyla «la personne»un «personne»undan gelen angıları dinliyorum. Ha- niya akşam oluyordu, la personne arkada olsa da, muvazi düşünüyorduk. Düşünce çizgisinin ta yanımdan akdığını duyuyorum. Bağırmağa hatta söz söylemeğe ne lüzum var?


— Birden bire yanımda oturan adam tuzluğu kendisine vermemi rica ediyor. Masa başında bomboş bırakdığım kalıba dönüyorum, içimde bir sinirlilik var. Yazdığım mektuplarda bir mevzu hakkında konuşurken uzakdan uzağa ilgili bir ikinci konuya saparım, yazı bayrak direği gibi düz gideceğine, dallı budaklı ağaca döner. İşte sen o zaman şaşırıyorsun. «Yahu bu dal nereden geldi, neye burada şah saldı bu gövde; hem de şah düz gideceğine ucu kıvrıldı?» Eh Azra, «discursive» yazı böyle olur. Arkadaşlarımın hoşuna gitsin diye bir sevinç perendesi atıyorum. Yahu ciddi eser değil, sizlere yazıyorum, bu kadar neşe hokkabazlığını artık affediverin.


Senin bana büyük bir eyiliğin oldu. Beni yeni bir emotif hayata doğurdun. Fakat beni doğuran sen biraz da Pan’ı doğuran anneye benzedin. Haneya ana rahmmdan fırlar fırlamaz, Pan hoplayıp dans etmeğe koyulmuş; annesi «bunu yahu ben mi doğurdum?» diye şaşakalmış. Eh sana yazdığım mektupların sistematik yazılmasını istiyorsan buyur sana. Öpmek psiko- analizinde menşe itibariyle yeni doğan çocuğun anne memesinden süt ve gıda emmesi demekdir. Başlangıçda şuur altı bir okşama, gıda alma davranışıyken, sonraları şuura geç- mişdir. «Buse»nin fenni suretde yapılması gerekir.


Mektubun öyle sağına soluna serpiştirilmesinde bir intizamsızlık vardır. Öpmek bir ventose’dur. Dudaklar dudaklara tatbik edilir; baş, otuz derece eğilerek. Ondan sonra soluk içeriye çekilir, dudaklar arasında bir boşluk hasıl olur. Derler a, yaradılış boşluğu sevmez; onu eline ne geçerse onunla doldurmağa çalışır. Boş kafaysa samanla doldurur.


«Ventose» un «traction» kuvveti vardır. Sinema şirketleri bu «traction» kuvvetini bir beygir kuvveti hesap etmişlerdir. Uzunluğu da iki metro film. Fakat estetik bakımından bu pek kaba bir şeydir. Fen estetiği de göz önünde tutmalıdır. Koca bir meşe ağacını bütün kökleri ve topraklarıyla tartıp sökecek bir traction kudreti öpme müsabakalarında ancak öpme şampiyonuna yakışır bir vasıfdır.


Neyse bırakalım. Anadolu Tanrılarının ilk cildi iki buçuk sene önce çıkdı. Hüsameddin birinci cildi takib edecek iki cildin parasını da çokdan bana verdi. Ben birinci cildi yazdığım zaman konuya bugün kadar derinlememişdim. Şimdi o kitaba bakıyorum da, kitap çok zaif geliyor bana. Senin Azra, bana yapabileceğin bir eyilik varsa, onu al oku. Önsözü eyidir. Sonra klasik mitolojideki on iki tanrıyı kısaca —teker teker— anlatdım. O da fena değil (yani çok daha iyi olabilirdi) sonra Minoenleri, Mise- nien ve Hititlerden biraz bahsetdim. Ve Kybele ile işe başladım. Kybele’de de, hem domuz eti yenmemesi, hem de sünnet sırrını fasletdim. Kitabın önsözüyle bu iki bahs hakkında yazdıklarım güzeldir. Çünki gerçeği meydana koyuyorum. Şimdi çok daha fazla yazabilirim a. Yalnız epik heksametrin menşei hakkında yazdıklarım pek zaif. Ne yapayım? Bunu tam yazmak için dansın menşeini, hatta pre-histoir’ını ted- kik etmeli; elimde ne eser var, ne de vakit.


Narthex için aklıma gelen konular şunlar: Zeybekler, kisveleri ve dansları. Efeler. Söylediğim gibi, «efe» sözü, «efendi»nin bir kısaltılmışı değildir. Yoksa Anadolu’da «efelerin efesi» gibi tabirlerin manası kalmaz. Efe kelimesinin yeniçeriler ve Bektaşilerle münasebeti vardır.


Senin söylediğin gibi, o mektuplardan birkaç mevzu çıkar. Anadolu Tanrılan’m Hüsameddin’de devam zorundayım. Fakat herhangi bir tanrı hakkında yazılacaklar bal gibi bir cilt teşkil eder. Yani, Anadolu Tannları'nı Hüsameddin’e vermek senin ona karışmayacağın demek değil. Bu işde birbirimizi tamamlarız. Bende, ahtapot lamisesi gibi hayalimi karanlığa gönderip yoklamak hassası vardır. Hayalen böylece yoklanıp bulunan ya gerçek ve yahut gerçek değildir. İşte burada araya fen, tecrübe ve laboratuar girer.


Bu bizim konuda pek laboratuar olmaz, «coïncidence» noktalarına bakmalı. Sırf fen, hiçbir şey keşfedemez. Sen, ne kadar fenni aletin varsa hepsini mikroskop, teleskop, barometre, termometre ete.— hepsini önüne diz; ve bekle ki yaradılış önüne gelsin de, kendi sırlarını bu aletlere açsın.


Ben Bergson’un birçok şeylerini beğenmem fakat «Imagination créatrice»de (her yerinde değilse bile) adam esas itibariyle haklıdır. Intuitive mi diyeceksin, hayali mi diyeceksin lamise, ilk önce karanlığa gidip «ne var?» diye yoklamalı. Sonra sıra mikroskopa, teleskopa gelir. Her meziyetin bir noksanı vardır. Sen «vérification» işinde, gerçek olması ihtimali çok olan bir şeyi reddetmeğe mütemayüsindir. Ben hayal kuvvetiyle gerçek olmayan bir şeyi gerçek saymağa mü- temayilimdir. Bende fougue, élan ve impétuosité vardır, sende méthode, règle ve précision. Birimizin meziyeti ötekinin noksanını annuler eder. İkimizin meziyetleri birbirini tamamlar.


Zaten bugün böyle şeyler bir kişinin işi değil, bir ekip işidir. Amma sen olunca başkasının karışmasını pek istemem. Başkası deyince Sabahaddin’i başkası saymaya üzülürüm doğrusu. Yani sen bir dompteus’e benzeyeceksin, ben bir Centaur’a. Centaur çifte atarsa, korkma bas mahmuzları, gemi de sert çek. Malum a, bazen konuyu ben alıp giderim, bazen konu beni alıp gider. Ben konuyla, volanla piston gibiyiz. Bazen piston volanı, bazen de volan pistonu döndürür fırıl fırıl. O Centaurlar var ya, hane yeleler havada rüzgâr gibi görünmez bir hızla giderler.


Zaten gençlikde Marsilya'dan gelirken, gece ay ışığında, «Arşipel’e girdik!» denince sarsılırdım. Tanrıların, heroların, mitlerin, Nereid- lerin, Amfitritlerin eski i i... éski i i i Arşipelı. Bakardım da o yumuşak Sporad ve Kiklad adalarında, adadan adaya sıçrayan, sonra Anadolu yamaçlarından dağlara dalan Centaur- ların uzakdan bir c ı z z gibi işidilen çağrılışlarını sanki duyardım.


Sana anlatdım a, belki Faleron’da ilk deniz dibi görüşümün, yahut üç dört yaşında Partenon taşları arasında oynadığımın tesiri. — Neyse sen Anadolu Tanrılan’nm 94. sahifesine bak. Bu hexametre’de iş var. Böyledir demiyorum, fakat «gibi noktalar göz önünde tutulmağa değer hususlardır» diye yazmışım.


Atina’da bir arkadaş var. Bir kartı geldi. Leffen gönderiyorum, mesela bu «Pentozali» yani «beş adım» dansının pek eski olması, ve «dactyblerle münasebeti bulunması ihtimali var. Kartı at, lazım değil, ben Vafiadis’e hemen yazdım. Lyraki’nin esası da Lyre olabilir, sonradan tellere ‘arch’ geçirmişlerdir. Zaten kemençenin Pontos’da bulunması da dikkate değer.


Şimdi yine mektubuna bakacağım. Bak Azra, o Narthex hakkındaki mektubun her tarafını değil, fakat post ve nebrid, efendi, efe, zeybek bahislerini kopya et, bana gönder, ben onları develope edeyim sana göndereyim. istersen yazıda bir sen, bir ben yazmayalım, yani siyah ve beyaz yollu kumaşlar gibi olmasın da, siyah beyazı karıştırıp gri çıksın yazı. Yani mekanik bir mélange değil, şimik bir mélange olsun. Nasıl istersen.


Amma bak bana yardım edeceksin diye kendini harcama. Hem sen beni çok şımartıyorsun, o kadar da değilim yahu Azra! Bir adam Mürşid i Kâmil’i arıyormuş, dere tepe gezmiş, bir dağda herhangi birisini bulmuş. «Hah işte benim aradığım Mürşid i Kâmil şensin! Hayde beni irşad et» demiş. Öteki «Yahu, ben Mürşid-i Kâmü değilim, alelade bir adamım. Sen yanlış kapuyu çaldın,» demişse de, dinlememiş derviş. «Başkası değil, Mürşid-i Kâmü sensin,» demiş, ve başka dememiş. Eh herif iyi adammış, dervişin yüreğini kırmamak için çabalamış ve Mürşid-i Kâmü olmuş. Sizler de beni öyle yapacaksınız galiba. Başıma her şey gelmişdi, fakat adam edilmeğe uğraşılma- mışdım şimdiye dek. Elim ermedi şimdiye kadar, bundan sonraki mektupta bu senin önsöz’ünü süzgeçten geçireceğim. Sen yapma etme diyorsun amma sonra fena vicdan azabı duyarım Azra’cık. Sen beni vicdansız mı sandın yahu. Bahusus ki sana karşı, iş yalnız vicdanda kalmıyor...


Şimdi, 15 Mayıs mektubuna geliyorum. Bütün bugünü kana kana seninle geçirdim. Benim Tanrı’yla münasebetim bir tuhaf. Alın- yazısı varsa... herkes bana bakar da «Amma talihsiz adam.»der. Azra öyle sebebsiz ve spontané sevinçlerim oluyor ki bazen deme gitsin. Fazla geliyorsa, yahu çok geldi, biraz sağa sola dağıt, deye dua ediyorum... Sana otuz sene önce yazdığım Knidos Afroditi’ni gönderiyorum. Pfasa yahut Saffo’ nun duası kadar güzel değil. Yazdığım sıralarda eni konu be- ğenmişdim; şimdi beğenmedim o kadar. İnsan ne çok değişiyor...


İnsan konuşurken bile yazar. Yazı, masanın başına geçip kehadı önüne aldığın zaman başlamaz. O berbat bir şeydir, kehad sana, sen kehada bakar durursun. Kehad soğuk ve beyaz Siberya Ovası’na döner. «Şu saatta yazacağım, şu saatta duracağım!» olmaz. İnsan uyanık oldukça — bazen uyurken rüya gördükçe bile— durmadan yazar. Yazı diye bilinen şey, zaten zihinde yazılmış şeyin kehada dökülmesidir. Mesela ben kaç gündür hayalen buraya nakletdiğimin hiç olmasa on mislini yazmışımdır. Bu insanın elinde olmayan bir haldır.


Sen bende yaradıcılık yok diyorsun. Sende mükemmel yaradıcılık var. Fakat autosuggestion’la onu boğuyorsun. Kırk yaşındayım diye tutturmuşun Azra’cık. Yahu yaşın başın ne, asıl şimdi olgunluk devrine giriyorsun. Senden kim bilir neler çıkacak daha. Asıl şimdi verime başlayacaksın. Yapı itibariyle de sen kolay kolay çökmezsin Azra. îstesen de obèse olamazsın. Squelette ve kaslar mükemmel. Bana scandaleux şeyler söyletme. Bittabii ister kuvvetli ister zaif, hüzünle söylüyorum ki ben hayatında ancak bir episode olabilirim. Zaten yaşım öyle. Sana söyledim a, benim sevgim, giderayak güzel beşeriyete candan bir allahaısmarladık de- mekden ibaret. Yoksa çok sadık bir adamım. Bende itidal ne gezer?


Bu mektubunda «Yalnız şunu anla ki, senin kafandan ve benim kafamdan müşterek bir şey doğmasını arzu ediyorum» diyorsun. Ben senden fazla arzu ediyorum Azra. «Ama bu. bir kitap mı olur, yahut da sadece birbirimize yazdığımız şu mektuplar mı olur... ne olursa olsun» diyorsun. Kitap da olur, mektuplar da. Mutlaka yalnız birisi mi olur? Mektuplar ben öldükten sonra' olur. Ben seninkileri bir zarfa koyarım. Aliye’den istersin... Benim mektuplarıma gelince onlardan da ancak parçalar verilebilir. Mesela fenni buse diye yazmış olduğum basılmaz a. Onu yazdıktan sonra o yazışım hoşuma gitmedi. Ondan sonraki sayfaları yazarken onu yazmış olmak üzüntüsüyle muazzeb oldum. Grossier de- ğü, fakat bir «tact» eksikliği var. 'Hatta birkaç kerre yırtmayı düşündüm. Bakdım, döndüm, okudum gene. «Yahu Ce- vat bunda bir şey yok, mademki yazmışsın, Azra’ya bırak» dedim. Amma hoşuma gitmiyor gene de...


İlahi Azra, yüzümü görmedin mi? Herhalde hayat boyunca ekonomi, tedbir, hayat değiştirmemek dolayısıyla Waterloo meydanına benzemedi, değil mi ya? Kuran’da Hazreti Allah sizleri «ahzeni takvim» üzerine yaratdım buyuruyor. Baksın da görsün ah- seni takvim üzerine yaratdığı surat neye dönüyormuş...


Tebrik ederim, gitgide mektupların literer seviyeye yükseliyor. Demek ki kuvvetli bir duygunun pençesinde olduğun zaman, ölçüyü mölçüyü bırakıyorsun, yallah şaşırtıcı bir hızla fırlıyorsun, halbuki sen ayağını koyacak yere baka baka adım atarsın. Azra farkında değilsin, senin hiç de akademik ve Apollinyen olmayan bir tarafın var, fişek gibi gidiyorsun alimallah. Bazen beni Tatar ağası gibi yaya bırakıyorsun. Halbuki kolay değil...


Göreyim seni Azra! Ben gideceğim. Bunu santimantalizm dolayısıyla söylemiyorum. Hah! Hayat- dan korkmadım ki ölümden korkayım. Hayatı kılıç gibi kullandıktan sonra, gılağısı testereye dönüşürmüş, ucu da küt olduktan sonra, at kılıcı süprüntü küfesine. Hem bilmez miyim ki benden sonra yine insanlar var, yine deniz ve gök mavi onu bilmek ebediyen duymak — yani onları duymak — gibi bir şey. Sonra yaradılışın elindeyim, ot olurum, rüzgâr olur eserim, yağmur olur yağarım...


— Şimdi 27 Mayıs sabahı.


— Dün üstteki sayfaları yazdım. Mektupdan başka her şeye benziyor. Kehadı ekonomize etmek için satır başı da yapmıyorum. Hiç hava payı yok, sucuk gibi yazı. Azra mektubun başından dalarsın, sonundaki imzam dişlerinin arasında olarak mektup bitiminde, oh bitdi deye derin derin bir soluk alır, selamet sahiline çıkarsın. Türkçeyi de kuşa benzettik galiba. Dün gece mektubun üzerinde uyuyakalmışım...


Yahu Azra şimdi generale gideceğim, bugün de tahmini kıymet heyeti gelecek. Ev aramağa çıkacağız. Verecekleri para yetecek mi yetmeyecek mi bilmiyorum. Yetmezse banka, kredi, faiz, mühlet, ne bileyim neler de neler. Taşınmak da var. Ben faizden, krediden çok çakarım maşallah...


Son mektubunda beni Michel Angelo’nun Musa heykeline döndüreceğini tefhim ediyorsun. Bilirim yapmazsın. Merhaba, şimdi generale gideceğim, giderken de mektubu atacağım postaya. Bu da tomar oldu. Yine merhaba, sevimli yüzünü hasretle öperim.


Halikarnas Balıkçısı


P.S. «Déclic»den bahsetdim. Belki Bodrum’un Gökova Kör- fezi’dir «déclic». Belki de değildir. Gidersek gelmen için İsrar edeceğim. Amma ferahfeza eski jinler giy. Zaten ne kadar yer tutarsın maddeten? îcab ederse seni bir torbaya koruz, kayığın dambuço duvarma asarız.


27 Mayıs 1957


Merhaba Azra Merhaba


İki üç saat önce mektup diye sana bir tomar gönderdim. Şimdi canım sıkkın sana birkaç söz çizikdiriyorum. Malum a generale gitdik iş oldu gibi yani John’un buraya gelmesi, yalnız bundan evvel birkaç kerre oldu bitti gibi gözükdü, yirmi dört saat sonra, durum alabora oldu. Onun için memnun olamıyorum. İnşallah yanılmışım.


Şimdi matbaadayım. Ev için geldiler mi, gelmediler mi bilmiyorum. Matbaada bizim sarı kart için zırıltı çıkardılar. Yüksek tahsil istemişler. Bundan kırk şu kadar jul önce İngiltere’den almışdık. Ondan sonra üç kere evlendik, yok İstiklal Mahkemesi füan, evler tepeme yıkıldı. Eşya evrak kaldı. Sonra hakkı müktesep var filan. «Ils ont d’autres raisons, ce qu’üs disent sont des prétextes», beni uğraşdıracaklar...


Neyse! her şey ters gidiyor. Sana yazdım, bu kara muhitden çıkmak için, yani kendime gelmek için, seni üzmek için değil ha. Sonra teselli de etme, yazma kâğıda günah; hem teselli zamanını ilanı aşkdan tarh eder çarçur edersin. Velhasıl bu dünyada gel de Anadolu Tanrılarını dinç kafayla düşün. Ben karar verdim ya dördünde ya beşinde İstanbul’a gelip, altısında gideceğim. Yalnız bir şeye canım sıkılıyor. Sana bir hediye alamayacağım. Halbuki arzulardım. O da belli değil a, arkadaşın birini mantara basdırabilirsem olur. Mantara bastırmakdan fena mana çıkrma. Merhaba Azra. Gözlükleri evde unutmuşum, ne yazdığımı gördüğüm yok. Gözlerinden öperim. Merhaba.''

Cevat Şakir




Comments


bottom of page